Bir İstanbul Masalı Şile Ağva Polonezköy

Bir İstanbul Masalı Şile Ağva Polonezköy

Hafta Sonu nereye gitsek diye çok düşünmeyin bence,

"Ağva Şile Polonezköy turu" için bir hafta sonunuzu ayırmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
Dolu dolu geçireceğiniz iki günde neler göreceksiniz birlikte bakalım. 
Öğle saatlerinde Sapanca Gölü yakınlarındaki Maşukiye'ye ulaşıyoruz. Alabalık tesisleriyle donatılmış Alabalık Vadisi'nde yürüyüşümüzde yolun sonunda bizi bir sürpriz bekliyor. Ormanın içine saklanmış küçük bir şelale.

   

Doğada yürümek, tertemiz havayı ciğerlerimize doldurmak harika. Tek yan etkisi midemizden gelen gurultu! Zilin sesini duyduk, vadi üstündeki Köyevi Restoran'da, güveçte mantar ve eritme peynirle midemizi mutlu etme zamanıdır.

    

Yemek sonrası yolculuğumuz Polonezköy’e doğru devam ediyor. Polonezköy, 1842 yılında Polonya’nın işgali sebebiyle Osmanlı’ya sığınan Polonyalılar tarafından kurulan şirin bir köy. Zamana yenik düşse de, tarihi binaların orijinalliğini koruduğu köyde, Sibirya sürgünü ve Çerkes esaretinden kaçan Polonyalılarla nüfus giderek artmış. Köy sakinlerine geçmişlerini en çok hatırlatan ve ziyaretçiye Polonezköy’ün eski günlerini en iyi anlatabilecek iki yer Köy Mezarlığı ve Zofia Teyze’nin Anı Evi. Köy mezarlığındaki 270 mezar içinde, isimsiz ve topraktan yapılmış olanlar var. Kilise kayıtlarındaki ilk defin kaydı ise 1848 Haziran ayına ait.   

   

Bu "turistik köy" o derin tarihe yolculuk etmenizi sağlayacak ilginçlikte insan hikayeleri ile dolu. Mesela 1882'den kalma, köyün en eski evi sayılan  Zosia Teyze’nin Anı Evi. Yemyeşil bir bahçenin içinde yeralan tek katlı ev, Polonezköy'ün canlı tarihi gibi.
Herkesin bir yaşam öyküsü var elbet ama onlarınkini diğerlerinden ayıran öykülerini mücadele vererek yaşatmaları bana kalırsa. Wincenty Rizi, Petersburg Üniversitesi’nde tıp öğrencisiyken vatanperver faaliyetlerinden dolayı Sibirya’ya sürgüne gönderilir. 1881’de Adampol’e gelerek bu evi inşa eder.
Buraya ilk yerleşenlerden İgnacy Kepka’nın kızıyla evlenir. En küçük kızı Zofia, Rizi’lerin evini Polonya geleneklerinin merkezi haline getirir ve Polonya konukseverliğini burada gösterir. Gelenlerin ideolojileri ne olursa olsun, her Polonyalıyı kabul eder.  Köyün bir "Polonya köyü" olarak kalması için büyük emek verir. Bu uğurda hiç evlenmez. 1975’te Polonya Cumhuriyeti tarafından Gümüş Liyakat Nişanı verilir. Zofia Rizi’nin ölümünden sonra, 1992’de, Antoni Dohoda ve Leslav Rizi, konuksever teyzelerinin anısına bu evi anı evi olarak düzenlerler.
Zosia Teyze’nin evinde geçmişe yaptığımız yolculukla yola devam ediyoruz. Sıra köy meydanındaki  Arıcılık Müzesi'nde... Çünkü Polonezköy doğal ortamda üretilen balıyla da oldukça meşhur. Burada üretilen organik bal, polen, arı sütü, propolis (arıların değişik bitki ve ağaç kabuklarını çiğneyerek elde ettikleri macuna bazı enzimlerini eklemeleriyle ortaya çıkar. Kanser tedavisinde destek olarak kullanılıyor) , balmumu görmeye ve almaya değer.
Polonezköy’e gidip Polina’da pasta yemeden ayrılırsanız, büyük bir hazdan kendinizi mahrum bırakmış  olacaksınız. Pastalar hakkında bilgi vermiyorum, yemeden tarif edilemez çünkü...  Fotoğraflar birazcık ipucu verebilir  belki :)

   
Sadece pasta yemek için bile buraya gelinir bana kalırsa. Polina'nın pastalarının ününü duymayan yok aslında... 
Yalnızca bazılarımız diyette olduğu için bu pastalara "hayır" diyebilir o kadar ;) 
Pastalarımızı afiyetle mideye indirip, Şile’ye doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 50 dakikalık keyifli bir yolculuk sonrası Şile’deyiz. Gezimize Ağlayan Kaya ile başlıyoruz. Efsane, Türk filmleri tadında, kavuşamayan aşıklar üzerine...

  

Plajı harika. İncecik kum taneciklerinden  oluşan plajda kış aylarında dolaşmak, yazın sarı sıcaklarda denize girip serinlemek müthiş.  Karadeniz'in hırçın dalgalarının kaybolduğu, sakin bir denizi var Şile'nin... 
Şile’nin üç şeyi meşhurdur; feneri, Şile bezi ve denizi. Denizin keyfini çıkardık. Sıra fenerinde... Gezimize katılan hanımefendiler feneri hızlı geçip, Şile bezinden hazırlanmış kıyafetleri daha yakından tanımak isteseler de, fener önemli!

  
Türkiye’nin Uluslararası standartlarda en büyük deniz feneri öncelikle. Yapım yılı Sultan Abdülmecit döneminde, 1858-1859 yıllarına dayanıyor. Metal bölümü ve kristal sistemi Paris Barbır fabrikası ürünü. 1000 watlık elektrik lambası ile aydınlatılıyor ve ışığı 20 mil (32 bin metre) uzaklıktan görülebiliyor. 
Şile'nin amblemi haline gelen fenerin 2010'da 150. yaş günü kutlandı. Fenerden deniz kıyısına kadar Şile bezinden yol yapılarak... Fener, yıllardır kıyısında sadakatle beklediği denizle buluşturuldu.
Şimdi kadınların heyecanla bekledikleri şeye sıra geliyor: alışveriş! Şile bezinden   hazırlanmış,  son derece sağlıklı, uçuş uçuş  elbiseler, bluzler, tunikler ve daha neler neler...


İçimizdeki alışveriş canavarını durdurabilirsek, fenerden yaklaşık 300m. aşağıdaki Maşatlık Parkı'na kadar yürüyeceğiz. Ama ne mümkün :) 
Parkta manzara harika. Özellikle fotoğrafseverler için nefis kompozisyonlar var. Feneri, kaleyi ve limanı panoramik olarak fotoğraflayabileceğiniz bir yer. 
Bugün çok yorulduk artık otelimize gidip dinlenelim. 
Sabah otelimizde aldığımız kahvaltı sonrası sahil yolundan, yeşillikler içinde tablo gibi bir yoldan geçip Ağva’ya ulaşıyoruz. Bu yolculuğumuz 45 dakika sürüyor. Ağva, Yeşilçay ile Göksu nehirleri arasında kalan şirin bir yerleşim yeri. Her iki nehir de denize buradan dökülüyor. Deniz kenarında da Ağva’nın plajı yeralıyor. Sonbaharda kimseciklerin olmadığı plaj, yaz mevsimde cıvıl cıvıl oluyor.

 
Göksu Çayı'nda, "Gizli Bahçe" restorana ait tekneyle tura çıkıyoruz. "Bir İstanbul Masalı" dizisinden önce burada 3 veya 4 tane otel bulunuyordu şimdi sayamıyoruz bile. "Dizi turizmi" bölgeyi çok değiştiriyor.  
Tekne gezisi sonrası otobüsümüze binip, Kandıra üzerinden Kerpe’ye geçiyoruz.. Mesafeler kısa gibi görünse de Karadeniz’in virajlı ve dar yolları yolda geçen süreyi uzatıyor. Kerpe’nin sembolü "kayalıklar"a gidiyoruz. Görülmesi gereken doğal bir güzellik. Burada yaşayan gençlerin kayalıklardan denize balıklama atlayarak yaptıkları show bizi gülümsetiyor.  

Kerpe'de öğle yemeği için "Kerpe Diem Restoran"ı tercih ediyorum. Restoranın ismi Carpe Diem, "Anı yaşa" anlamını taşıyan Romalı şair Horace'nin "Odes" adlı şiir kitabında kullanılan latince bir deyiş, yaşam felsefesi. "Carpe Diem Quam Minimum Credula Postero" yani "bugünü iyi yaşa bir sonrakine güvenme"  diyor şair.
Burası Sertan Acar’a ait. Hani Ayşecik filimlerinde Zeynep Değirmencioğlu'nun rol arkadaşı, tüm kızların yakışıklı sevgilisi... Zaman Sertan Bey'in yüzünde yaşanmışlık çizgileri bırakmış ama o hep yakışıklı... 

  

Tabağımızda tazecik günlük ızgara balığımız, yanında rakı... Denize karşı kadeh kaldırıp, Karadeniz'e dalıp duruyoruz.
Gezimizi tamamladık, masal gibi geçen iki günün sonunda artık dönme zamanı. Tüm masallar mutlu sonla biter, bizimki de öyle oldu :)

Yorumlar

YORUM YAP



© 2022 Tüm Hakları Saklıdır. Acente2